Yaptıklarım, okuduklarım, seyrettiklerim, dinlediklerim, gezdiklerim …

Archive for Kasım, 2008

Sinema tadında bir oyun olan "39 Basamak" oyununu seyrettim…

20 Kasım 2008 perşembe günü Kenter Tiyatrosu’nda “39 Basamak” adlı oyunu seyrettim.

Oyundan bir hafta önce biletimi almıştım. Gişede “Perşembe günleri halk günü, % 50 indirim” yazısını okuyunca, içimden “Perşembe günü halk günüyse diğer günler ne günüdür? Halksız günler mi?” diye geçirdim. Bu halk günü tabirini kullanmasalar çok iyi olur; artık indirimli gün mü derler, kampanya günü mü derler, bilmiyorum; ama “halk günü(!)” tabirinin yakışık almadığı muhakkak. Bu indirim gününde bilet fiyatları 15 YTL , diğer günlerde 25 YTL olduğundan; indirimden faydalanmak için, perşembe gününe biletimi aldım.

20 Kasım günü 18:00’de, tam vaktinde işten çıktım; evime gidip, üstümü değiştirdim. Üzerimdeki takım ceketle rahat edemeyeceğim için, rahat kıyafetler giyip, yola çıktım. Evim Beşiktaş’ta olduğundan yürüyerek 20 dakikada Harbiye’deki tiyatroya vardım. Saat sekize beş kala koltuğuma oturdum.

Oyun iki perdelik olup süresi iki saat on dakika. John Buchan’ ın romanından ve Alfred Hitchcock’ un 1935 yılında yönettiği filmden Patrick Barlow tarafından oyunlaştırılmış.

Filmin linkini de verelim: http://www.imdb.com/title/tt0026029/

Oyun ile ilgili bilgi vereyim:

Yazan : John Buchan/Patrick Barlow
Çeviren : Mehmet Ergen
Yöneten : Mehmet Birkiye
Kostüm : Efter Tunç
Dekor : Efter Tunç
Işık : Cem Yılmazer
OYNAYANLAR
Hakan Gerçek, Okan Yalabık, Demet Evgar, Bülent Şakrak

Oyun bir casusluk hikayesi etrafında gelişiyor. Oyunda gerilim, gizem, heyecan komedi unsurlarıyla harmanlanmış ve ortaya sinema tadında bir oyun çıkmış.

Richard Hannay’i oynayan Hakan Gerçek sadece Richard Hannay’i oynuyor. Diğer üç oyuncu da belki 20 farklı karakteri oynuyor. Saniyeler içinde roller değişiyor; örneğin bir oyuncu saniyeler içinde polis, yolcu, bayan, tekrar polis,tekrar yolcu, tekrar bayan olabiliyor. Bir bakıyorsunuz bir oyuncu çalı olmuş, bir bakıyorsunuz şelale olmuş, bir bakıyorsunuz merdiven olmuş. Oyunculukta sınırın olmadığını, bu oyun çok güzel ispatlıyor. Tempo hiç düşmüyor; zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Tüm oyuncuların performansları çok iyi, hepsinin oyunculuklarını beğendim.

Oyunda şöyle bir sahne var: Richard Hannay dağların tepesinde polisten kaçıyor. Polisler arkasında onu kovalıyor. Tepelerinde uçak var. Adama havadan mermi yağdırıyor. Tüm bunlar nasıl oluyor acaba? Bunun gibi daha bir çok yapılamaz denilen şeyin, nasıl yapılabilir olduğunu bu oyunda görüyoruz. Bunun gibi daha birçok güzel sürpriz var.

Hiç sıkılmadan izleyeceğiniz, hatta hiç bitmesin diyeceğiniz bir oyun bu. Bu oyun beş saat sürse de kesinlikle hiç sıkılmadan izlenir. Herkese bu oyunu seyretmelerini tavsiye ederim.

Ömer Hayyam Şiir ve Edebiyat Gecesi’ndeydim…

15 Kasım 2008 Cumartesi günü 18:00’de Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde düzenlenen Ömer Hayyam Şiir ve Edebiyat Gecesi‘ne katıldım.

15 Kasım 2008 Cumartesi Kadıköy’de Neslihan arkadaşım ile bir kafede buluşup; meyve çaylarımızı içiyorduk. Neslihan bana Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde Ömer Hayyam şiir dinletisi olduğunu; istersem gelebileceğini söyledi. Bir arkadaşının da bu etkinliğe geleceğini söyledi. Önce ben gelmeyeyim dedim; çaylarımızı içtikten sonra, arkadaşın rahatsız olmazsa gelebilirim, dedim. O da kesinlikle rahatsız olmaz deyince, geceye katılmak için yola koyulduk.

Barış Manço Kültür Merkezi’nde şiir dinletisi 18:00’de başlayacaktı. Daha vakit varken yemek yiyelim dedik. Tostlarımızı yerken, Neslihan’ın arkadaşı Sakine, geldi. Tostlar bitti; saat 18 civarıydı, salona doğru yürüyorduk. İçimden herhalde salon boş olur diye düşünüyordum. Salonu görünce şaşırdım; oturacak tek bir boş koltuk yoktu.

Görevliler bizi görünce hemen sandalye getirdiler. Biz de sandalyelerimizi alıp, en ön sıraya gittik. Sandalyeleri koyacak yer olmadığından ben ve Sakine yere; Neslihan da sandalyeye oturup, etkinliği izlemeye başladık.

İlkin Barış Manço Kültür Merkezi Başkanı Cuma Canpolat seyircilere hoş geldiniz konuşması yaptı. Ardından neyzen Ali Naki Gündoğdu’nun neyinden çıkan güzel nameler salonu doldurdu.

İranlı şair, ressam, yazar, yönetmen Behruz Kia, Ömer Hayyam’ın edebiyatını, felsefesini, hayatını ve O’ndan önceki İran edebiyatını kırık Türkçesiyle anlattı. Ömer Hayyam’ın dört mısradan oluşan rubailerini farsça söyledi; Tiyatro sanatçısı Ali Erdoğan da Türkçe’sini söyledi. Her rubaiden sonra alkışlar eksik olmadı.

Behruz Kia hakkında kısa bilgi vereyim:

1937 yılında Tahran’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Tahran ve Beyrut’ta, üniversite eğitimini ABD’de tamamladı. Sayısız televizyon çalışmasında imzası bulunan Kia’nın 83 belgesel filmi vardır. Yaklaşık yirmi yıldır Türkiye’de yaşayan sanatçı, pek çok kişisel sergi açtı. Türkçeye çevrilmiş ve Türkçe/İngilizce yayımlanmış iki şiir kitabı vardır.

Radyo programcısı İlkin Erkan Karaca güzel sesiyle Ömer Hayyam’ın rubailerini söyledi.

Ardından Kasdav Gençlik Tiyatrosu sanatçıları sahneye çıkarak rubailer okudular.

Gitarist Hasan Cihat Örter, Aşık Veysel’ in Uzun İnce bir Yol ‘u ile kendi bestesi Boştur Boş adlı eserlerini seslendirirken; Gülay Şahin ve Dans Topluluğu’nun üyeleri de dans gösterisi yaptı.

Tüm sahneye çıkanlara Cuma Canpolat tarafından plaket veya teşekkür belgesi verildi. Bir izleyici de Ömer Hayyam’ın bir rubaisini söyledi.

Etkinlik bittiğinde herkesin aklında aşk, şarap vardı.

Bu etkinliğe katılmamı sağlayan Neslihan ve Sakine arkadaşlarıma teşekkür ederim.

Ömer Hayyam hakkında kısa bilgi vermek istiyorum.

Ömer Hayyam, matematikçi, astronom, felsefeci ve şairdir. Dünyanın ilk rasathanesini kurmuştur. Günümüzde kullanılan Miladi ve Hicri Takvimlerden çok daha hassas olan Celali takvimini hazırlamıştır.
Bilinen kadarıyla Rubailerinin sayısı 158’dir. Fakat kendisine mal edilenler binin üzerindedir. Rubailerinde, dünya, varoluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme biçimleri gibi hayata ve insana ilişkin konular görürüz.

Ömer Hayyam’ın rubailerinden örnekler veriyorum.

Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden;
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.
***
Yaşamanın sırlarını bileydin
Ölümün sırlarını da çözerdin;
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok:
Yarın, akılsız, neyi bileceksin?
***
İçin temiz olmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun, kaç para!
Hırka, tespih, post, seccade güzel;
Ama Tanrı kanar mı bunlara?
***
Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?
***
Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde:
Senden ayığız bu sarhoş halimizde.
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı:
İnsaf be sultanım, kötülük hangimizde?
***
Adam olduysan hesap ver kendine:
Getirdiğin ne? Götüreceğin ne?
Şarap içersem ölürüm diyorsun:
İçsen de öleceksin, içmesen de!
***
Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.
***
Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer ikişer;
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.

Kırklareli’ndeydim…

10 yaşına kadar Kırklareli’nde yaşadım. Babamın tayini dolayısıyla Kıbrıs’a gitmek zorunda kalmıştım. İlkokul 3.sınıfa kadar Hamdi Helvacıoğlu İlkokulu’nda okudum. Öğretmenim Abdülkadir Özkınay idi. Hem öğretmenimle konuşmak, hem de çocukluk anılarımın geçtiği yerleri görmek, uzun yıllardır aklımdaydı. Her yıl, bu yıl gideceğim derdim ama bir türlü gitmezdim, gidemezdim. Ama bu yıl ailemin yanında geçirdiğim tatili yarıda kesip, Kırklareli’ne gittim.

Öğretmenimi, kaldığımız 3 ayrı evi, Hamdi Helvacıoğlu İlkokulu’nu, il halk kütüphanesini, pazar yerini (şu an eski pazar yeri), şehrin meydanlarını gördüm. Şehir çok fazla değişmemiş; sadece mesafeler kısalmış gibi, göründü. Çocukken uzun süren yollar, ne kadar da kısaymış. Okulun bahçesi bana hep kocaman görünürdü, gerçekte küçükmüş. Şehir çok gelişmemiş, coğrafi olarak iyi bir konumda olmadığından, ilçeleri olan Lüleburgaz, Pınarhisar gelişmişlik düzeyi olarak bağlı oldukları şehri geçmiş.

İstanbul otogarından saat 11:45’de Şampiyon Hersekli firması ile Kırklareli’ne doğru yola çıktım. Şirketin otobüsünde bilgisayar sistemi olmadığından (!), herkes cep telefonlarıyla görüşebiliyordu. Otobüs otogardan çıkana kadar dolmuş gibi çalıştı. Her 10 metrede bir durup, yolcu alıyordu. Bilet 20 YTL idi. Saat 12 civarı otogardan çıktık. 14:20′ de Lüleburgaz’a geldik. 10 dakika mola verip, yola çıktık. 10 dakika sonra Babaeski’ye vardık. Yolcu indirdik ve 30 dakika sonra yani saat 3 civarı Kırklareli’ne vardım.

Sırtımda çantam vardı. Belki bir gece otelde kalırım, diye hazırlık yapmıştım. Öyle ya koca bir şehri bir günde gezemem, diye düşünüyordum. İlkin Öğretmenler Evi’ne gittim.

Hocam Abdülkadir Özkınay’ı gördüm, elini öptüm. Bir masada oturup, sohbet ettik. Ayranlarımızı içtik. Daha çok O anlattı; ben dinledim. Duygusal, keyifli, güzel bir sohbet yaptık. Kendisi hakkında bilmediğim bir çok şey öğrendim.

Sohbetimiz esnasında yaşadıklarını anlatırken; bilhassa eski öğrencilerini anarken, gözleri yaşlandı. Bir öğrencisi Türkiye 1. si olmuş, kendisine gazeteciler sormuş, ” Nasıl 1. oldunuz? “. Öğrencisi de Abdülkadir öğretmeni göstermiş, ” O’ nun sayesinde…” Tüm öğrencileri O’ nu görür görmez sarılır, elini öper.

1936 Kırklareli doğumlu ve tüm öğretmenliği Kırklareli’nde geçmiş. 1996 yılında emekli olmuş. 38 yıl, 4 ay öğretmenlik yapmış. Kendisinden adlarını unuttuğum bir çok sınıf arkadaşımın adını aldım. Onlara ulaşıp, neler yaptıklarını öğrenmek istiyorum. İsimlerini öğrendiklerim: İlker Virlan, Ali Özdemir, Ümit Toklucu, Osman Dizman, İsmail Erçin, Erman Rodoplu, Zafer Sarıkaya, Bülent Şallı, Tutku Ateş, Banu Ovalı, Gülin Kulil, Serpil Avlan, Emel Ketbağ, Selda Özkınay (Öğretmenimin kızı), Bahar Leblebici, Gülşah Yüksel, Hakan Doğanlı.

Asker, polis babalarının tayini dolayısıyla okuldan ayrılmak zorunda kalan çocukların, annelerinin, babalarının ağlayarak okuldan ayrıldıklarını öğrenmek içimi çok burktu. Ben de ayrılırken çok üzülmüştüm. Çünkü O’nun gibi bir öğretmenimin bir daha asla olamayacağını biliyordum; nitekim de yanılmadım. Babamın tayini dolayısıyla 3. sınıfa kadar O’nun öğrencisi oldum. Eğer 5.sınıfa kadar okuyup, mezun olsaydım, hayatım kimbilir ne kadar değişecekti…Sınıftaki öğrenci sayısının çok olduğunu; diğer sınıflardaki öğrencilerin bile O’ nun sınıfına gelmek için araya torpiller koydurttuğunu öğrendim.

O’nun kadar iyi yürekli, öğrencilerini çocukları gibi gören, 38 yıllık öğretmenlik hayatında sadece 3-5 gün izin yapmış, okul müfettişlerine bile kafa tutan, yanlış yapan müfettişleri dövmeye kalkan, öğrencisini müfettişlerce ezilmesine izin vermeyen, bir öğrencisinin dershane parasının yarısını cebinden karşılayan (öğrencinin kendisi, anası, babası bile bu durumu hala bilmiyor), kendi deyimiyle “eşşek gibi çalışan” bir öğretmen var mı acaba Türkiye’de yada dünyada bilmiyorum…

Kendisini eski pazar yerindeki öğretmenler evinde bulabilirsiniz. Öğrencileriyle sohbet etmek kendisini çok memnun edecektir. Kendisine tekrar kucak dolusu sevgiler gönderiyorum. İki saate yakın sohbetten sonra yanından ayrıldım.

Öğretmenler Evi eski pazar yerindeydi. Kaldığım evlerden biri de oradaydı; gidip evimizi gördüm. Ev hala duruyordu.

Sonra Hamdi Helvacıoğlu İlkokulu’na gittim. Okul değişmiş, yeni bir bina yapılmış. Okulun yaklaşık 800 öğrencisi varmış. Şehrin en iyi okulu imiş, benim zamanımda da en iyi okuldu.

Okuldan çıktıktan sonra tren garına gittim. Garın kapısına kilit vurulmuş, galiba artık trenler işlemiyor. Çocukken garın etrafında yeşil çimenlerde yatıp, gökyüzünü seyrederdik hep; yine öyle yaptım; gökyüzünüzü seyrettim.

Sonra Kırkşehitler’e doğru yola çıktım. Yol yokuştur. Kaldığımız evlerden biri de oradaydı. Eve uzaktan bakabildim; ev hala duruyordu.

Yoldan geri dönerken, etrafımı yaşları 6 ile 10 arasında olan çocuklar sardı. Elimdeki fotoğraf makinesini görünce merak etmişler; abi bizi de çeksene dediler. Ben de onların fotoğraflarını çektim, biraz da sohbet ettim. Çocuklara söz verdim , fotoğraflarınızı siteme koyacağım diye. Çocuklar sitemdeki fotoğraflarını görünce çok sevinecekler. Onlara tiyatrodan biraz bahsettim. Meğerse onlar müzisyenmişler. Çocuklardan Pelin Hip hop dans edermiş, Nursel şarkıcı imiş; Ergin, Ümit, Görkem davul, Murat klarnet çalarmış…

Soldan sağa: Ümit, Görkem, Murat, Ergin, Pelin, Nursel

Pelin ile Nursel

Ümit ile Murat

Ergin ile Görkem

Çocuklara elveda dedikten sonra, tekrar şehre indim. Saat 18 civarı idi. 3 saatte tüm şehri olmasa bile benim çocukluk anılarımın olduğu her yeri hatta daha fazlasını gezmiş oldum. 18:45 otobüsüne binip, İstanbul’a doğru yola çıktım.

Benim için çok güzel bir gün oldu. Bilhassa öğretmenimi görmek beni çok sevindirdi. Tahminim odur ki; öğretmenim benden daha çok sevinmiştir. Keşke daha çok eski öğrencisi O’nu ziyaret etse…

Foça’daydım…

Yıllık iznimi Eski Foça’da ailemin yanında geçirdim. Eski Foça, İzmir’in ilçesi olup, il merkezine 70 km. mesafededir. Sessiz, sakin, daha çok emeklilerin yerleştiği bir ilçedir. Antik kent Phokaia üzerinde yer alıyor. Sit alanı olması dolayısıyla yapılaşmaya izin verilmiyor; bu nedenle Foça, güzelliğini muhafaza edebiliyor.

Aşağıdaki bölüm www.eskifoca.com‘ dan alınmıştır.

Bütün Ege’de eski dokusunu nisbeten de olsa koruyabilmiş, az sayıdaki sahil yerleşimlerinden birisi Foça. Eski ve Yeni Foça olarak iki bölgeye ayrılmış. Korunmuş olanı Eski Foça. Foça, yani Eski Foça yani asıl Foça, ilk görüşte insanı çarpan bir yer. Denize bakıyorsunuz; önde balıkçı tekneleri, arkada mavi ve ötede küçücük adacıklarla güzeller güzeli bir koy. Karaya dönüyorsunuz; daracık taş sokakları, eski evleri ve güzel insanları ile güzeller güzeli bir küçük ilçe. Bunların hepsine birden Foça deniyor ve insanı ilk görüşte sarıp sarmalayıveriyor.

Foça’da bir öykü anlatılıyor ve öykü Foça’ya çok yakışıyor. Foça’da bir Karataş varmış; bunu herkes biliyor da nerede olduğunu kimse bilmiyor. Gezip dolaşırken; bu taşa basan, mümkünü yok bir daha Foça’dan kopamıyor. Çok zorlanıp bir yerlere gitse de mutlaka dönüp dolaşıp gene geliyor Foça’ya. Yolu bir kez Foça’ya düşen herkes, bu öyküyü duyunca dolaşıp duruyor sokaklarda. Belki Karataş’a basarım da bu güzel yerde kalırım umuduyla. Bize kalırsa Foça’nın her yeri Karataş. Foça’yı görüp de sevmemek, dönüp gelmemek mümkün değil de ondan.

Foçalılar kentlerini şimdilerde nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan sevimli Akdeniz fokları ile simgeleştiriyorlar ama eski Foça’lıların simgesi horozdu. Dirliğin ve erken uyanışın sembolü horoz! Foça’ya girince bir horoz heykeli göreceksiniz. Yüzlerce, yüzlerce yıl önce Phokaialılar, yani Foça’nın eski sakinleri tahtadan horoz heykellerini meclislerine, tapınaklarına ve gemilerinin burunlarına koyarlarmış. Foça’da bugün de bir yerlerde bir altın horoz olduğuna inanılıyor. Bir sürü insan yıllardır altın horozu arayıp duruyor, fırsat bulurlarsa da sağı solu kazıyorlar. Foça’da altın horoz var gerçekten. Foça’nın ta kendisi.

Yaman denizcilermiş Phokaialılar; 50 kürekli 500 yolcu alabilen gemilerle Mısır ve İonia kentleri arasında ticaret köprüsü kurmuşlar. Bugünkü Lapseki ve Samsun’u onlar kurmuşlar, bitmemiş Akdeniz’de koloniler kurmuşlar: Güney İtalya’da Velia, Korsika’da Alalia, İspanya’da Ampuria, Mısır’da Naukratis ve Fransa’da Marsilya. Hani şu Foça’ya benzeyen Marsilya. Marsilya’ da eski limanın girişinde yazılı duruyor: “Oturduğunuz bu şehir MÖ. 600 yılında Phokaia’dan gelen denizciler tarafından kurulmuştur” Yüzyıllar, yüzyıllar geçmiş, Marsilyalılar bir nazire yapmışlar. Foça’da ülkemizin doğayla uyumlu turistik tesislerinin ilk güzel örneği Fransız Tatil Köyü’nü kurmuşlar. Bordası açık denizlerin fırtınalarına, sert dalgalara dayanıklı ve hızlı gemileri ile limandan limana koşup duran Phokaialılar kültür de taşımışlar gittikleri yerlere. Fransa’ ya alfabeyi götürmüşler, Akdeniz’in birçok kıyısına zeytinciliği yaymışlar. Zengin bir kent olmuşlar, paraları her yerde geçerli ve değerliymiş.

MÖ. 6. yüzyılın ilk yarısı Perslerin önlenemez yayılışına tanık oldu. Önünde hiçbir ordunun dayanamadığı Pers orduları Phokaia’yı kuşattılar. Kent daha önceden 18-20 metrelik surlarla çevrilmişti ama hiçbir sur Persleri durduracak kadar güçlü değildi. Savaşan Phokaialılar daha fazla direnemeyeceklerini anlayınca teslim olmak için bir gece süre istediler. Pers komutanı Harpagos bunu kabul etti; gece bitip sabah olduğunda ses soluk yoktu. Persler kente girdiklerinde bir uyuz köpekten başka tek canlı bulamadılar. Köle olmaktansa yurtsuz kalmayı seçen Phokaialılar kentin altındaki tünellerden değerli eşyalarını da gemilere yükleyip çoktan denize açılmışlardı. Pers egemenliğine son veren Büyük İskender Phokaia’ya özgürlüğünü verdi ama kentin altın çağı bir daha geri gelmedi. İskender’in ölümünden sonra önce Seleukosların, sonra Bergama Krallığı’nın, Roma’nın ve Cenevizlilerin, en sonunda Bizans ve Osmanlıların egemenliğine girdi.

Eski Foça’dan Yeni Foça yönüne doğru giderken ardarda göreceğiniz Mersinaki koyları en güzel plajlardır. İki Foça arasında eski değirmenleri, denize dimdik inen yarları ve kıyısındaki kumsalları, tertemiz otelleri, küçük ve sevimli pansiyonları ve Küçükdeniz kenarına sıralanmış güzel balıkçı lokantaları ve asıl güzel insanları ile sizi bekliyor.

Foça tıpkı Ayvalık gibi adalar beldesidir. Çevredeki irili ufaklı pek çok adayla koya günübirlik tekne turlarına katılabilir ya da özel bir tekne kiralayabilirsiniz. İlk durağınız eski Foça’ya yarım saat uzaklıktaki Orak Adası olacak. Adanın ilk bölümünde küçücük bir göl bulunuyor. Göle paralel ilerlemeye devam ederseniz, eşine hiç bir yerde rastlanmayan, hayranlık uyandıran Siren Kayalıkları çıkacak karşınıza. Rüzgarın ve dalgaların aşındırarak dantel gibi işlediği kayalıkların sevimli ev sahipleri Akdeniz Fokları’nı eğer şansınız varsa görebilirsiniz bu çevrede.

Şair Homeros, Siren Kayalıkları’ndan söz eder. Homeros’a göre, Siren Kayalıklarından geçen Odyseia ıslığa benzeyen gizemli sesler çıkaran kayalıkların çağrısından çok etkilenmiş. Tayfalarının bu karşı konulmaz davetten etkilenip duraklamamaları için de kulaklarına mum peteği tıkamış. Siren Kayalıkları bugün, nesilleri tükenmek üzere olan Akdeniz Foklarının barınma yeri olması nedeniyle koruma bölgesi ilan edilmiştir.

Tekne yolculuğunun ikinci durağı ise Foça’nın tam karşısında bulunan ve 15 dakikalık bir yolcululukla ulaşılabilecek olan İncir Adası. İngiliz Burnu’nun karşısındaki adada antik yerleşimden izler bulacaksınız. Mezar odası, kayalara oyulmuş mum yerleri, su kanalları, süzme havuzları, mağaralar, Kybele kabartmaları ve tapınak kalıntıları gezinizi çekici kılacak. Adanın çamlarla kaplı bölümü, yaz bahar ve yaz aylarında piknikçilerin gözdesidir. Burada 20 çadır kapasiteli bir de kamp alanı bulunuyor. Adadaki “Ferdi’nin Yeri” adlı kır lokantasında ızgara olta balığı, et mangal servisleri yapılıyor.

İzmir’ e 70 km. uzaklıktaki Foça’yı, daha çok Akdeniz foklarının korunduğu bölge veya 12 özel çevre koruma alanından biri olarak tanırız. Oysa Foça, bütün bu özelliklerinin yanı sıra, 12 İon kentinden biri olan Phokaia’nın kalıntıları üzerine kurulmuş, yeraltında birçok tarihi döneme ait eserlerin bulunduğu önemli bir kenttir.

Phokaia, İzmir Körfezi çıkışının kuzeydoğusunda, M.Ö. 11. Yüzyıla kadar uzanan tarihi eserleriyle, İzmir Arkeoloji Müzesi ve daha birçok müzenin vitrinlerini süsleyen, gizemli bir antik kent. Bu gizem, şimdilerde yapılmakta olan arkeolojik kazılarla gün ışığına kavuşmakta ve bu çalışmalar neticesinde ortaya çıkarılan eserler arkeoloji dünyasının ilgisini de Foça’ya çekmekte. Foça’da, ilk arkeolojik kazı çalışmalarını 1913 yılında, Fransız Arkeolog Felix Sartiaux başlatmış. Daha sonra, 1952-1955 yılları arasında Ord. Prof.Dr. Ekrem Akurgal ve 1989 yılından günümüze değin Prof. Dr. Ömer Özyiğit, yürüttükleri çalışmalarla Phokaia’ ya ait çok önemli eserler buldular. Ekrem Akurgal’ın çalışmaları sonucunda, antik kentin Athena Tapınağı ve daha sonraki dönemlere ait birçok tarihi eser gün ışığına çıkarıldı. Ancak, 1989’da başlayan kazı çalışmaları gösterdi ki, Phokaia, o güne kadar bilinenin de ötesinde çok büyük bir antik kent. Ünlü tarihçi Heredot’un bahsettiği kent surunun, bir inşaat temelinin kazısında, rastlantı sonucu ortaya çıkarılışı, arkeoloji çevrelerinin dikkatini bir anda Foça’ya çekti.

Bulunan kent suruna “Herodot Duvarı” adı verildi. Türkiye’ dekilerin yanı sıra, çeşitli ülkelerden arkeologlarda Foça’daki Herodot duvarını görmeye geldiler. Bir çok olanaksızlıklara karşın yürütülen kazı çalışmaları, Anadolu’nun en eski tiyatrosunun da (M.Ö 4. Yy.) Foça’da olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bugünkü Foça’nın her yerinde, sokaklarda, binalarda ve tarlalarda, daha ötesi denizde Phokaia’nın çeşitli dönemlerine tanık olmak olası. Örneğin; Liman Kutsal Alanı’ ndaki Kybele’ye (M.Ö. 580) ait tapınma yerinin üzerindeki surda, Arkaik, Roma, Ceneviz ve Osmanlı dönemlerine ait kesitleri bir arada görebilirsiniz.

Osmanlı döneminde yapılmış bir taş binanın herhangi bir yerinde kent surundan alınmış taşlarla karşılaşabilirsiniz veya roka, maydanoz satan bir köylünün tezgah gibi kullandığı taşın Roma dönemine ait mermer blok olduğunu görebilirsiniz. Bugüne kadar yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen bilgiler, Phokaia’nın, M.Ö. 11. Yüzyılda Aioller tarafından kurulduğunu, M.Ö 9. Yüzyılda kente İonların yerleştiğini ve bu dönemde kenti saran, 5 km. Uzunluğunda bir sur inşa ettiklerini, MÖ. 546’da da Pers Komutanı Harpagos’un kenti işgal ettiğini gösteriyor. Önce Romalıların, ardından Cenevizlilerin ve 1455’te de Osmanlıların eline geçen Foça, Akdeniz, Karadeniz ve Ege sahillerindeki bir çok yerleşimin de anakenti.

Örneğin; denizci bir millet olan Phokaialılar, M.Ö. 6. Yüzyılda Marsilya’yı kurmuşlar. Bugün, Marsilya’da limandan başlayarak birçok yerde Phokaia adına rastlamak mümkün. Samsun, Lapseki, Korsika’ daki Alalia, İtalya’da Velia v.b. kentlerin kurucuları da Phokaialılar. Yakın tarihimize baktığımızda da, Foça’dan göçenlerin bu isme ve kente çok bağlı olduklarını görüyoruz. Kurtuluş Savaşı sonrasında Foça’dan ayrılmak zorunda kalan Rumlar, biri Selanik’te ( Nea Phokea- Yeni Foça), diğeri de Atina’nın güneyinde ( Palea Phokea- Eski Foça) olarak adlandırdıkları iki yerleşim oluşturmuşlardır. Yunanistan’daki Foçalılarla Türkiye’ dekiler arasında dostluk ilişkileri; Kurtuluş Savaşı öncesinde olduğu gibi sürüyor. Arşipel (Ege denizinin antik çağdaki adı)’in iki yakasındaki Foçalılar arasında dostluk ziyaretleri, günümüzde de sıkça tekrarlanmaktadır. Foça halk söylencesi bakımından hayli zengin bir kültüre sahiptir. Bu söylencelerin en yaygın olanı da Karataş Hikayesi… Rivayet olunur ki her kim Foça’ya gelirde bilmeden Karataş’ a ayak basarsa; artık iflah olmaz bir Foça tutkunu olur; hep Foça’yı düşler ve hep gelmek ister.

Kıyılarında balık ve yosun kokusu duyulan bu kentte, canınız çektiği an, her yerde denize atlayıp yüzebilir, sabah çayını ağını onaran bir balıkçı ile paylaşabilirsiniz. Foça’yı görmek bir şans; yaşamak ise bir ayrıcalıktır. Gün batımının her mevsim güzel olduğu Foça’da yelkovan kuşları, martılar, balıkçıllar, ada güvercinleri, tavşanlar, orkinoslar, yunuslar, foklar alıp başka aleme götürür insanı. Foça’ya adını veren foklar, bu kent için özel bir öneme sahiptir. Balıkçılar zaman zaman ağlarını yırtmalarına karşın foklara sevgiyle yaklaşır ve korurlar.

Zaten öyle olmasaydı binlerce yıl nasıl birlikte yaşayabilirlerdi? Akdeniz foku ( Monachus monachus ) bir balık değil. Denizi; beslenmek, ulaşım ve zaman zamanda uyumak için kullanan bir amfibi. Foça adalarında, içinde hava olan mağaralar onların yaşam alanları. Bu mağaralarda yavrularını doğurup, nesillerini sürdürme kavgası veriyorlar. Balıkçıların yanı sıra, Foça Belediyesi ve Dünya Doğa Vakfı (WWF) fok koruma çalışmalarını birlikte yürütüyorlar. Dünyadaki toplam sayıları 400-450 olarak tahmin edilen Akdeniz fokları için uzmanlar; “eğer 2010 yılında denizlerde halen Akdeniz foku görülebilirse, bu insanlığın başarısı olacaktır” diyerek, Akdeniz fokları için yok oluşun ne kadar yakın bir tehlike olduğuna dikkat çekiyorlar.

Foçalılar 3 bin yıldır denizcidir. Ege’deki en büyük trol filosu Foça’da. Karadeniz’den Foça’ ya geçen gırgırlar ise, bölgenin bereketli av verdiğinin bir kanıtı. Orkinoz, Kırlangıç, Kefal, Mezgit, İşkine, Kupez, Kolyoz, Sinarit, Pisi, Dil, Levrek, Çinekop, Adabeyi, Barbunya, Mercan, Tranca, Çipura, Karagöz, Sargoz, Kalamar, Sübye, Ahtapot, Istakoz, Midye, Akirides, Karides v.b. bütün bu balıkları ve deniz ürünlerini barındıran kaç bölge var acaba? Küçük balıkçılar ise hem limanın, hem de denizin süsü gibiler.

Sandallarını size kiraya verirler ama, yiyecek koyduğunuz naylon torbayı veya inorganik başka bir çöpü sakın denize atmayasınız. Hele ada tavşanlarının çokluğuna bakıp, birini avlamayı aklınızdan bile geçirmeyin. Foça’da dokunulmazlığı olan bir diğer canlı türü de kediler. Sarmanı, tekiri, alacası ile Foça’nın sokaklarını keyif ile dolaşırlar.

Doğa ve insan sevgisi burada iç içe yaşanır. Bakarsınız, sandalda bir kaç kişi ellerinde kancalar, kepçeler denizdeki artıkları topluyor. Bir başka gün çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve askerler kentin çeşitli yerlerine dağılmış temizlik yapıyor veya ağaç dikiyorlar.

Ola ki, yolunuz sizi bugüne kadar hiç Foça’ya getirmedi, bir fırsat yaratmak sizin elinizde. Karataş ise Foça’nın her yerinde…

Foça’dan kareler

Mustafa…

1 Kasım 2008 Cumartesi günü “Mustafa” filmini seyrettim.

Cumartesi günü canım kumpir çekti. En iyi kumpircilerin Ortaköy’de olduğunu bildiğimden, Ortaköy’e gidip, kumpir yedim. Dönüşte arkadaşım Aydan Seylan aradı; Taksim’de olduğunu söyledi; müsaitsem “Mustafa” filmini beraber seyredelim mi; diye sordu. Ben de tamam deyip; Taksim’ e doğru yola çıktım.

Majestik sinemasında buluştuk; kafesinde yemeklerimizi yedik ve saat yedide salona geçip, koltuklarımıza oturduk.

Mustafa filmi belgesel tarzda çekilmiştir. Yönetmen ve senarist Can Dündar’dır.


Film, Atatürk’ün çocukluğunda karga kovaladığı yıllardan ölümüne kadarki hayatını anlatıyor. Atatürk’ün bilinen yanlarından daha çok, fazla bilinmeyen yanları anlatılıyor. Filmin ilk yarısında hırslı, memleketini kurtarmak için elinden geleni yapan bir insan portresi çiziliyor. İkinci yarısında cumhuriyet kurulduktan sonra ise yalnız kalmış, boş vakti çok olan bir insan portresi çiziliyor.

Atatürk’ün annesine olan sevgisi, eşleriyle olan ayrılıkları, memleketi Selanik’in Türklerin elinden çıkması gibi bir çok olayın kendisinde bıraktığı ıstırapları izlerken; Goran Bregoviç’in acıklı ezgileriyle duygusal anlar yaşıyoruz. Film çok hüzünlü… Çok mühim işler başarmak, memleketine faydalı olmak için bir savaştan bir savaşa atlamış, evlenmeye zaman bulamamış, zaman bulduğunda da eşleriyle anlaşamamış bir kişinin kendi dünyasında neler yaşadıklarını görüyoruz. Film, Atatürk’ün rakı sofrası, O’nu diktatör olarak niteleyen haber küpürlerine yer vermesi gibi bir çok yönden belki eleştirilebilir ama filmde çok partili hayata geçişte yaşananlar da anlatılıyor.

Filmin adı Mustafa’dır; O’na Mustafa diye hitap eden tek kişi annesidir. Şimdi de biz,halkımız, O’nu sevenler O’na Mustafa diye sesleniyor.

Filmi beğendim; film Atatürk’ü yüceltmek amacıyla değil, O’nu bir insan olarak göstermesi açısından çok önemlidir. Seyredilmesinde fayda vardır.

Şu unutulmamalıdır ki; Mustafa, Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, biz şu an Osmanlı devletinde yaşıyor olurduk ve bağımsız olma mücadelemiz daha çok uzun yıllar sürerdi; ve biz hala “Çok yaşasın padişahım ” nidalarıyla gezer, dururduk.