Yaptıklarım, okuduklarım, seyrettiklerim, dinlediklerim, gezdiklerim …

Archive for Ağustos, 2013

Salzburg’ u gezdim …

15 -20 Ağustos 2013 tarihleri arasında Viyana’da kalırken, Salzburg’u da görmeye karar verdik.

18 Ağustos günü sabah Salzburg’ a gidip, akşam Viyana’ya geri döndük.

Viyana-Salzburg tren ile gidiş dönüş 38€ dur. Yolculuk 2.5 saat sürüyor.

Salzburg’ a giderken

DSC_1061 DSC_1064 DSC_1067 DSC04926 DSC04949

Salzburg şehri W.A.Mozart‘ ın doğduğu yerdir. Kent Mozart ile birleşmiş gibidir. Hediyelik eşyaları, çikolataları, sokakları hep Mozart’ın izini taşır.

DSC_1076

Mirabell Sarayı

DSC04960 DSC04964DSC04961 DSC04973

W.A.Mozart’ın yaşadığı ev şu an müzedir.

DSC_1183

W.A.Mozart’ın piyanosu. Fotoğraf çekmenin yasak olduğu halde bu fotoğraf zor da olsa çekildi.

DSC_1190

Salzak nehrinin kıyıları. Salzburg şehri bu nehrin yanına kurulmuştur.

DSC_1196 DSC_1198 DSC_1209 DSC_1218

Makarsteg köprüsünden geçerken

DSC_1244

Kilitler, aşk kilitleri olarak köprüye kitleniyor. Kilitlerin üstüne isimler yazılıyor.

Pazar yeri

DSC_1249 DSC_1253 DSC_1255 DSC_1266

Getreidegasse caddesinde yürüyoruz. Bu cadde Salzburg’un en ünlü caddesidir.

DSC_1287 DSC_1294 DSC_1302 DSC_1309 DSC_1316

Mozart’ın doğduğu ev, şu an müzedir.

DSC_1325 DSC_1397 DSC05004

Residenz Meydanına çıkıyoruz.

DSC_1368 DSC_1374 DSC_1382 DSC_1385 DSC_1432 DSC_1434 DSC05025

Salzburg’dan çeşitli kareler

DSC_1447 DSC04989 DSC04991 DSC05041 DSC05068 DSC05086 DSC05096 DSC05155 DSC05170

Kollegienkirche (Kollegien Kilisesi)

DSC05071 DSC05072 DSC05074 DSC05077 DSC05079

St.Sebastianskirche (St. Sebastian Kilisesi)

Bu kilisenin mezarlığında Mozart’ın aile mezarlığı vardır. Babası ve eşi bu mezarda gömülüdür.

DSC05050 DSC05051 DSC05056 DSC05057 DSC05059

St.Peter Manastırı. Manastırın mezarlığı, hayatımda gördüğüm en güzel, en temiz, en bakımlı, en çiçekli mezardır. Çoğu mezarda pilli çalışan mumlar var. Bu da mezarlığı,  akşamları ışıklı bir bahçeye çeviriyor.

DSC_1450 DSC_1465 DSC_1470 DSC_1471 DSC_1473 DSC_1477 DSC_1489

Hohensalzburg Kalesi. Şehrin tepesine kurulmuş kalede çeşitli sanatsal etkinlikler düzenleniyor. Ayrıca bir müzesi de var.

DSC_1440 DSC_1497

Kaleye fünikülerle çıkıyoruz.

DSC_1499 DSC_1504 DSC_1505

Kaleden şehre bakıyoruz.

DSC_1518 DSC_1524 DSC_1529 DSC_1543 DSC_1546 DSC_1553 DSC_1558 DSC_1571 DSC_1573 DSC05114 DSC05125 DSC05138 DSC05149 DSC05151

Salzburg dönüşü. Trenin yataklı vagonunda uyumaya çalıştık.

IMG_0650 IMG_0651

Gece 12 civarı Viyana’ya döndük.

Gece konser vardı. Tüm gelenler takım ceketli, kravatlı güzel giyinmişlerdi. Bazı kişiler yerel Avusturya kıyafetleri giymişti. Viyana’daki gibi şehirde hiçbir başıboş kedi, köpek yoktu.

Salzburg küçük, şirin, temiz, mimari binaları, nehriyle güzel bir şehir. Salzburg’u gezdiğim için çok mutluyum.

Viyana’yı ve Salzburg’u gezdim..

15 – 20 Ağustos 2013 tarihleri arasında Viyana’da eşimle beraber kaldım. 18 Ağustos günü sabah Salzburg’u gezip, akşam Viyana’ya döndük.

Viyana ve Salzburg’u çok beğendim. Viyana denince aklıma klasik müzik, Mozart, konserler, operalar gelirdi. Oraya gidince bundan da fazlasını gördüm.

Her şeyden önce Viyana, Dünya’nın klasik müzik başkentidir. Her gün konser var. Gittiğimiz ilk gün Wiener Hofburg Orkestrası tarafından icra edilen  J.Strauss-W.A.Mozart Konserine gittik. Konser, Hofburg sarayında verildi; bu konser mekanında W.A.Mozart müzik çalışmaları yapıyordu. Bu tarihi sarayda bir konser dinlemek için bile Viyana’ya gidilir. Konser ücretleri 45€ ‘dan başlayarak, 100€ ‘ya kadar çıkıyor.

DSC_0325

DSC_0336

İstanbul’dan 2.5 saatlik bir uçuşdan sonra Viyana’ya gelip, “Schwedenplatz” daki “Capricorno” adlı otelimize yerleştik. Otelin önünde metro (U- Bahn) ve tramvay istasyonları vardı. Viyana’nın metro ağı çok düzenli, bir yerden bir yere gitmek çok hızlı ve konforlu. Havalanından CAT adı verilen trene bindik. Gidiş- dönüş ve 3 günlük tüm ulaşım araçlarından faydalandığımız bu bilet 33 € idi. Metro ve tramvay hatlarında bilet kontrolüne denk gelmedik ama biletsiz yakalananların para cezasına çarptırıldıklarını öğrendik.

Otelin olduğu bölge eski Viyana bölgesindeydi. Sadece bu bölgeyi etraflıca gezmek üç günden fazlasını aldı ki hala gezmediğimiz, görmediğimiz müzeler , binalar kaldı.

Viyana oldukça güvenli bir şehir, geç saatlere kadar şehir gezilebiliyor. Ne Viyana’da ne de Salzburg’da bir tek başıboş  kedi ve köpek görmedim. Tüm köpekler sahipleri tarafından dolaştırılıyordu.

Birçok engelli insanın yanında refakatçisi tarafından dolaştırıldığına şahit oldum. Engelli insanlar bu şehirde kolaylıkla dolaşabiliyor.

Yerler çok temiz, çok aradık ama yerlerde bir çöp bulamadık.

Tüm ulaşım araçları çok dakik, saatinizi bunlara göre ayarlayabilirsiniz.

Çok uzun bisiklet yolları vardı. Arabalardan ziyade bisikletlilere çarpmaktan korktum. Korna sesi hiç duymadım. Sanırım Viyana’daki arabalara korna koymayı unutmuşlar.

Dönerci, kebapçıların hepsi Türk. Tadlarına bakmadığım için bir şey diyemeyecğim.

Parter denilen bölgede çok büyük bir lunapark var. Burada dünyanın en eski dönme dolabı (Riesenrad) var. Lunapark hayatında gördüğüm en büyük lunapark idi, çok değişik, çok ürkütücü  oyunlar vardı.

Viyana’nın yemekleri damak zevkime uygun değildi. En ünlü yemeği şnitzel ile en ünlü tatlıları apple strudell ve sachertorte  bile oldukça yavan geldi. Şnitzeli,  şehrin en ünlü lokantası “Figlmuller” de yediğimi, sachertorte’ yi bu tatlının mucidi “Cafe Sacher” de yediğimi söyleyeyim.

Viyana ve Salzburg çok güzel şehirler ve buraları gördüğüm için çok mutluyum. İnşallah önümüzdeki yıllarda tekrar gider, konserler izlerim.

Eski Viyana bölgesi denilen bölge bir nevi açık hava müzesi. Otelimizde buraya yakın olduğundan sadece yürüyerek buraları gezmeye çalıştık. Bölgede o kadar çok müze var ki tek tek hepsini gezmeye kalsak hafalar sürer. Viyana’da gün gün gezdiğimiz yerler ve bu yerler hakkında kısaca bilgi vermeye çalışayım.

1. Gün:  St. Stephen Katedrali

DSC_0068 DSC_0069 DSC_0107 DSC_0741 DSC04430

Katedral Viyana’nın en ünlü binasıdır. Gotik tarzda yapılmış olup, çok yüksektir ( 136 mt) . Şehrin her yanından görülebilir.

Hofburg Sarayı

DSC_0239 DSC_0263 DSC_0271 DSC_0340 DSC04473 DSC04476 IMG_0306

Habsburg ailesinin kışlık sarayıdır. Sarayda İspanyol Binicilik Okulu da bulunur. Burada Lipizzaner Atları yetiştirilir.

????????????????????????????????????????????????????????????????

Atların gösterisini izlemedim. Yukarıdaki fotoğraf hayvanca.net sitesinden alıntıdır.

Gece Wiener Hofburg Orkestrasından  J.Strauss-W.A.Mozart Konseri’ne gittik.

2. Gün : “Am hof” adındaki pazar yeri

DSC_0369

Parlamento Binası

DSC04521 DSC04518 DSC_0467 DSC_0458 DSC_0487

Rathaus (Belediye Binası)

DSC_0442 DSC_1047 DSC04501 DSC04503 DSC04909

Rathaus binasının önündeki dev ekrandan Açık Hava Film Festivali kapsamında Paul McCartney’in “Get Back” konserinin filmini seyrettik.

Doğa Tarihi Müzesi (Natur Historisches)

DSC_0545

Doğa Tarihi müzesi en çok sevdiğim müzeydi. Müzede dinozor iskeletleri, içi doldurulmuş her türlü hayvan vardı. Mikroskopla gözle görülmeyen canlıları inceledim. Burası bayağı kalabalıktı.  Mikroskopla inceleme yapan çocuklar çok sevinçliydi. Böyle bir müzenin Türkiye’de olması gerekli ve şarttır.

DSC_0550 DSC_0555 DSC_0561 DSC_0575 DSC_0596 DSC_0598 DSC_0613 DSC04549 DSC04578 DSC04609 DSC04611 DSC04620

Tam karşısındaki Sanat Tarihi Müze  binasının ikizidir.

Sanat Tarihi Müzesi (Kunst Historisches Museum Vienna)

Müzeyi gezmedim, eşim Özlem gezdi.

DSC_0625 DSC_0635 DSC_0652 DSC_0656 DSC_0658 DSC_0666

Karlskirchen (Karl Kilisesi  veya  St.Charles Kilisesi )

DSC_0670 DSC_0684 DSC_0687 DSC_0691 DSC04666 DSC04684

Bu kilisenin freskleri çok güzeldi. Asansörle çatıya çıkıp, şehri kuşbakışı seyretmek olağanüstüydü. Bence şehrin en güzel kilisesi buydu.

3. Gün: Schönbrunn Sarayını, sarayın bahçesindeki hayvanat bahçesini ve çalılardan oluşturulmuş labirenti gezdim.

Schönbrunn Sarayı

DSC04849 DSC04711 DSC04722 DSC04737

Sarayın bahçesindeki Neptün Heykeli

DSC04732

Hayvanat Bahçesi (Tiergarten)

Giriş 15€ olup, bu hayvanat bahçesi olup dünyanın en eski hayvanat bahçesi olmasıyla ünlüdür. En çok görmek istediğim pandaları göremedim ama yine de burayı gezmek güzeldi.

DSC04742 DSC04750 DSC04764 DSC04777 DSC04782 DSC04791 DSC04809 DSC04814

Labirent (Irrgarten&Labyrinth)

Çalılardan oluşan bu yapıdan girip, çıkışı bulmaya çalıştım. Bayağı bir uğraştıktan sonra biraz hileyle de olsa çıkışa ulaştım. Eğlenceli bir deneyimdi.

DSC04831 DSC04832 DSC04834 DSC04840

Günün akşamında Belverede saraylarını gezdim.

Belvedere Sarayları

DSC_0922 DSC_0947 DSC_0975 DSC_1001 DSC_1006 DSC_1014 DSC_1031 DSC04875

Kuzeydeki bina Aşağı Belveredere, Güneydeki bina Yukarı Beldevere olarak adlandırılır.Yukarı Beldevere daha büyük ve daha güzeldir. İki Belverede sarayı arasındaki bahçe muhteşemdir.

4. Gün: Salzburg gezisi. Burası için şu yazımı okuyabilirsiniz.

5. Gün:  Prater adlı lunaparkı gezdim.

DSC05189 DSC05191 DSC05195 DSC05197 DSC05198 DSC05202 DSC05205 DSC05210 DSC05212

Bu lunapark şimdiye kadar gördüğüm en büyük ve en eğlenceli lunapark idi.

Lunaparkın yanında Planetarium vardı ancak kapalı olduğundan gezemedim.

Tuna (Donau) kıyıları

DSC05221 DSC05222 DSC05223 DSC05225 DSC05228

Kıyılar tamamen bakir, herhangi bir lokanta, çay bahçesi, cafe , ev, dükkan görmedim.

Museum Quartier

Lepold Museum, Museum moderner kunst stiftung ludwig wien (mumok) adlı müzeleri ve çeşitli etkinliklerin düzenlendiği binalar vardır. Eşim Özlem, Leopold Müzesi’nde sergilenen “Schiele&Klimt” sergisini gezdi.

DSC_1604 DSC_1608 DSC_1624 DSC05231 DSC05235 DSC05236 DSC05237

Staadpark

DSC05257 DSC05261 DSC05264 DSC05268 DSC05273 DSC05280 DSC05281

Johann Straus, Franz Schubert gibi bir çok bestecilerin heykellerinin ve ördeklerin bol olduğu göletleriyle çok güzel bir park.

6. Gün : Mariahilfer caddesini gezdik ve caddedeki dükkanlardan alışveriş yaptık. 17:00 uçağıyla İstanbul’ a geldik.

Viyana şehri eski bir imparatorluk başkentidir. Yüzyıllarca Habsburg ailesi tarafından yönetilmiştir. 1.Franz Joseph ve eşi Elisabeth Viyanalılar tarafından çok sevilmişler. Viyanalılar  Elisabeth’ e Sisi demişler, O’nun adına birçok hediyelik eşya vardır.

Gustav Klimt adlı Avusturyalı ressamın “Kiss” adlı resmi Viyanalılar arasında çok popüler. Bu eserin üzerinde olduğu yüzlerce çeşit hediyelik eşya vardır.

klimt_kiss

Viyana şehrinin herkes tarafından görülmesini tavsiye ederim. Bilhassa klasik müzik sevenler için burası kâbedir.

Odatv.com’da öğretmenimi anlattım…

http://www.odatv.com/n.php?n=bu-kitabi-okumayan-insan-olamaz-2806131200

“Bu kitabı okumayan insan olamaz”

Ethem Sarısülük’ün sıra dışı bir yaşam öyküsüne sahip babası Muzaffer Sarısülük’ü bu kez Siverek’ten bir öğrencisi anlatıyor. Kazım Şimşek, Odatv’de Muzaffer Sarısülük haberini okuduğunda ilk tanıştığı günden bu tarafa unutamadığı öğretmenini yeniden bulmanın hem sevincini hem de yaşananlardan dolayı hüznünü içinde duymuş.

“MUZAFFER ÖĞRETMENİMİ NEDEN HİÇ UNUTMADIM”

Kazım Şimşek’in, öğretmenini anlattığı anısında Muzaffer Sarısülük’ün bugün neden böyle bir yaşamı seçtiğinin de izleri görülebiliyor. Richard Bach’ın kaleme aldığı Martı Jonathan Livingston’ın Muzaffer Sarısülük’ü nasıl etkilediğini görmek şaşırtıcı olmasa gerek.

Sözü İstanbul’da Gezi Parkı eylemlerine katılan çapulcu Kazım Şimşek’e bırakalım:

“31 Mayıs günü başlayan Gezi Parkı eylemleri sırasında Ankara’da polis tarafından vurulan Ethem Sarısülük’ün babası Muzaffer Sarısülük, benim Ortaokul Türkçe öğretmenimdi. Babamın tayini dolayısıyla 1985–1988 arasında Şanlıurfa’ nın Siverek ilçesinde oturduk. Ortaokulu Siverek Ortaokulu’nda okuyup, mezun oldum.

Muzaffer öğretmenimi hiç unutamamıştım. Nedenini anlatmak istiyorum. Okuldaki ilk derslerden biriydi. Sınıfta “Richard Bach” tarafından yazılmış ‘”Martı” hikâyesini okuyan var mı?’, diye sormuştu.

(Muzaffer Sarısülük’ün Öğretmenlik yaptığı Şanlıurfa’daki okuldan o yıllara ait bir kare)

“BUNU OKUMAYAN İNSAN OLAMAZ”

Hikâyeyi okuduğumdan el kaldırdım; sınıfta sadece ben okumuştum. Beni tahtaya çıkardı ve anlatmamı istedi. Ben de aklımda kalanları anlattım. Hikâyeyi okuyan birisi olduğundan dolayı çok sevinmişti; beni tebrik etti ve şunu dedi: “Martı’yı okuyun çocuklar, bunu okumayan insan olamaz…”

Muzaffer öğretmen, o zamanlar diğer öğretmenlerden farklı, sakıncalı (!) idi. Muzaffer öğretmen bizim okulda fazla kalmadı ya da kalamadı. Ortaokul dönemimde ismi aklımda kalan ve üzerimde en çok izi bırakan 3-5 öğretmenimden biriydi.

“Martı Jonathan Livingston” gibi yaşayan Ethem Sarısülük insan oldu, tarihe geçti; onu öldürenler ve öldürenleri alkışlayanlar “Martı”yı okumadılar, insan olamadılar…”

(Muzaffer Sarısülük’ün öğrencisi Kazım Şimşek)

MİLYONLARIN HAYATINI DEĞİŞTİREN MARTI: JONATHAN LİVİNGSTON

Richard Bach tarafından 1972 yılında yazılan öykü “Martı Jonathan Livingston”, bir martının kendini aşarak martı sürüsünden sıyrılma ve özgürlüğe ulaşma mücadelesini anlatıyor. Martı Jonathan, sadece karnını doyurmak için uçmuyordu. Yeteneklerini zorluyor ve yaşamın mükemmelliğini anlamaya çalışıyordu. Tüm gününü daha hızlı ve mükemmel uçmak için sürüden ayrı çalışarak geçiriyordu.

Bu tutkusu yüzünden sürüden atıldı, yalnızlığa mahkûm edildi ama bu onun umurunda değildi. Çünkü sınırlarını genişlettikçe, imkansızı başardıkça hayat onun için daha da anlam kazanıyordu.

Yazar, Jonathan’ı özgür insanın sembolü olarak yaratmıştır. Kitaptaki olaylar, insan yaşamıyla bağlantılıdır. Örneğin; insanlar nasıl kurallara uymayıp cezalandırılırsa, Martı Jonathan da yaşamın kurallarına uymayıp Sarp Kayalıklarda sürgüne gönderilmiştir… Ancak, Jonathan orada kendi dünyasını, yazarın deyişiyle kendi ‘cennet’ini yaratmıştır. Onun cenneti ‘özgürlüğü ve öğrenme çabasını’ oluşturur. Ayrıca Jonathan öğrenmeyi seven bir martı olduğu için, uçmanın inceliklerini bilmek ister; kendisini her an geliştirmeyi ve asla boşa zaman geçirmemeyi hedefler.

Kitaptan bazı bölümler:

“Yaşamın anlamını, daha yüce bir amacını bulan ve ona ulaşmaya çabalayan bir martıdan daha sorumlu biri olabilir mi? Binlerce yıldır balık kafaları kovalayıp durduk, ama şimdi bir yaşama nedenimiz var; öğrenmek, keşfetmek ve özgür olmak!!”

“En yüksek uçan martı, en uzağı görendir.”

“Kanat ucunuzdan, kanat ucunuza bedeninizin tümü, aslında düşüncenizin somutlaşmış biçimidir. Düşüncelerinize vurulan zinciri kırın, göreceksiniz ki bedeniniz de zincirlerini koparıp atacaktır.”

“Eh, sürünün bir parçası olmadığımıza göre, yasaya uymak zorunda değiliz.”

“Tek gerçek yasa, Özgürlüğe gidendir. Başka yasa yoktur.”

Tugay Afat/Çorum

Odatv.com

Öğretmenim Muzaffer Sarısülük’ü konu edinen “Gallemit”i okudum!

“Çorum Haber Gazetesi” muhabiri Tugay Afat tarafından Muzaffer Sarısülük ile yapılmış ilginç röportajda adı geçen “Gallemit” adlı kitap olağanüstü dikkatimi çekip, beynimde ağırbaşlı bir kalıcılık sağlamıştı…

Servet Somuncuoğlu‘nun yazdığı bu kitapta Muzaffer Sarısülük’ün adı hiç verilmeden anlatılıyor… Tugay Afat’ın röportajını okuduktan sonra kitabı okuma isteğim doğdu… Tugay’a çok büyük teşekkür ediyorum!…

gallemit

İnternet’ten yaptığım araştırmalar sonucu, bu kitabın artık tükendiğini ve bir daha basılmadığını öğrendim… Son bir umutla, kitabı yayınlayan “Bilgeoğuz Yayınevi”ne uğradım… Kitap vardı ve dört adet satın aldım.
Muzaffer Sarısülük’ü ziyaret ettiğimde kitapları kendisine vereceğim!…

Servet Somuncuoğlu’nun anılarından ve kendi düşüncelerinden oluşan kitap 203 sayfa olup, 2008 yılında “Bilgeoğuz” yayınlarından çıkmıştır.

Somuncuoğlu, askerlik yaptığı sırada tanışıyor Muzaffer Sarısülük’le…
Askerlik sonrası mektuplaşıp, birçok kez ziyarete gidiyor… Birbirlerine yazdıkları mektuplardan, sohbet esnasında tuttuğu notlardan ve kendi düşüncelerini içeren şekilde kitabı bölümler hâlinde kurguluyor yazar.

Muzaffer Sarısülük’e adıyla değil de, şamanlara verilen bir adla, “Ulu Kam” olarak sesleniyor Servet Somuncuoğlu… Gayet de iyi yapıyor…

Servet Somuncuoğlu, “Ulu Kam”ın düşüncelerinde Şamanizm’den izler gösteriyor bizlere. “Ulu Kam”ın anlattıklarının, bizim gibi dünyevî işlere sıkı sıkıya bağlı kişilerce anlaşılması zordur. “Ulu Kam”ın düşüncelerini kitapta bir bütün olarak değil de, parça parça görmekteyiz. “Ulu Kam”ın düşüncelerini sistematik bir şekilde yazıya geçirmek belki olanaksızdır!
“Ulu Kam”ın yazarla sohbet ederken, konuşmalarında bana çok ilginç gelenlerden bazılarını aşağıda bulabilirsiniz. Şimdi ağır ağır okuyalım…

“Evren, dört elementten yaratılmıştır: Ateş, toprak, hava ve su…” 

“Ulu Kam”, bunlara ses ve ışığı da ekler. Seslere olağanüstü önem verir. İnsanın doğadaki yürüyüşünün sesle başladığını ve simgelere dökerek, adına “yazı” dediğimizde bilginin değil de bilgisizliğin arttığını düşünür.

“İnsanı aramak gereklidir ve ben onu geçmişte arayacağım…”

“Evrenin anahtarına ancak geçmişteki inan atalarımızın ruhlarını hissetmekle ulaşırsın…”

“Yalnızken taşlarla, kuşlarla, rüzgârla konuşur, onlardan haber alırım. Irak bombalanırken dağlar ağladı. Taşlardan gözyaşı aktı, kimse görmedi… Bombaları yere düşmeden havada yok etmek istedim. Gücüm tükendi. Hepimiz yetişmeye çalıştık ama o kadar çok bomba atıldı ki tutmaya imkanımız kalmadı, her yerim yara bere içinde döndüm; kendi memleket toprağıma.”

“İsmimi aradım kâinatta, her yerde ismimi aradım. Rüzgâra sordum; 
‘vakti gelmedi daha’ cevabını aldım… Bir gün uyuz bir havhav geldi ve bana ‘senin ismin Gazanfal’ dedi. Bir daha görmedim havhavı ve ona uyuz dediğim için üzüldüm.”

“İşte sana büyük bir sır verdim… Bu büyük sırrın yanında birçok sırlar da verdim… Paylaşırsın ya da kimseyle paylaşmazsın ama isterim ki paylaş, insan paylaşmakla çoğalır; paylaşmakla büyür… GALLEMİT dedim sana. Eğer bir kitap olacaksa konuşacaklarımız adını böyle ver.”

“Müzik; ağlamak ve gülmekten sonra en evrensel anlaşma aracıdır hâlâ. Bizim türkülerimiz her zaman dinleyici bulacaktır çünkü ilkel ve saf olandır onlar; Tanrı’ya en yakın olanlar ilkel ve saf olanlardır.”

Askerlik sonrası; “Ben insan gibi yaşamak istiyorum!” der ve dediğini yapar; Orta Anadolu bozkırına yerleşir. “Ulu Kam”, hayat deneyimlerini paylaşır yazarla… Yazar, “Ulu Kam”ı dinler, izler ve hayatını sorgular…

“Ulu Kam”ın anlattıkları bize yabancı gelir önce. Anlattıklarını kolayca anlamakta zorlanırız. Birçok kez okuduktan sonra anlamaya başlarız…

Bilmediğimiz, düşünmediğimiz bir dünyadan mesajlar getirir bize. Biz bu mesajları anlamaya çalışır ve anladıkça mutlu olup, hızla çoğalırız…

Doğaya karışarak taşları dinlemek, köpeklerle konuşmak ve dünyayı bir uçtan diğer uca yürüyerek gezmek isteriz. Çok eski insanların ruhlarını hissedip, onları duymak, savaş meydanlarını gezip, Çanakkale’deki top ve kurşun seslerini, askerlerin feryatlarını duymak isteriz. Usanmadan!

Dede Korkut masallarını okumak isteriz… Hayat bir yol, bu yolda insan kendini mi aramalıdır?… “Ulu Kam”ın yaptığı gibi insanı mı aramalıdır?

“Ulu Kam”ın arayışı ömrü boyunca devam edecek. Onun için hayat bir arayış, bir yerden bir yere göç etmektir. Her gün yeni şeyler öğrenerek,
türlü canlılarla sürekli sohbet etmek ister. Dünyadaki olaylardan kuşlar sayesinde haberdar olup, onlar sayesinde dünyaya haberler salar hâlâ…

“Ulu Kam”, yani Muzaffer Sarısülük’ün sıra dışı hikâyesini öğrenmek isteyenler bu kitabı okusunlar ki, yepyeni bir pencere daha edinsinler.

Yaşadığımız hayata daha başka bir gözle bakarak, hayatın şimdiye kadar duyumsayamadığımız zenginliklerinin peşinde koşmaya başlarız belki!